Yeniçağ: ‘Sanat’ kavramına yaklaşımınız içinizdeki yaratıcılık sevgisinin dışavurumu mu, toplum için bir şeyler üretme dürtüsü mü, ekmek parası mücadelesini sanat üzerinden vermek mi? Bir de özgeçmişinizi kısaca özetler misiniz?
Ünal: 1990 yılında İstanbul’da doğdum. Benim için her şey bir seçimden ziyade zorunluluk olarak gelişti, İzmir’de okurken yakın arkadaşım Fırat İtmeç ile ORTADOĞU adlı bir sanatçı ikilisi kurduk. Kabaca bir atölye kiraladık ve beraber üretim yapmaya başladık. Orada çıkan işlerden oldukça memnunum, özellikle o dönemde ne yaşadığımıza dair iyi bir dokümanter oluşturduğunu düşünüyorum. Daha sonra İstanbul’a geri döndüm ve bireysel çalışmalarıma odaklandım.
Yeniçağ: Sanata nereden geldiniz: Doğuştan Allah’ın verdiği yetenekle mi, okul eğitimiyle mi yoksa etkilendiğiniz herhangi sanat eserleri mi oldu?
Ünal: Yapmaya çalıştığım şeyin temelinin keşif olduğunu düşünüyorum, bu nedenle tek bir üslup, ortam veya tema içinde kalmak bu istekle çelişiyor. Öncelikli amacım, her zaman yeni bölgeleri keşfetmeye çalışmak. Şiir, resim, heykel, animasyon, yaratıcı kodlama, performans gibi geniş açıklıkta tekniklere başvurarak bu sonsuz arayışı deneyimlemeye çalışıyorum. Aramak tüm işlerimin temeli. Yeni bir teknikte ustalaşmayı seviyorum, daha az rahat ettiğim alanlarda ustalaşmış zanaatkârlarla iş birliği yapmayı seviyorum ve bir şeyler yapmayı, malzemeleri işlemeyi, kendime sorunlar yaratıp çözmeyi amaçlıyorum.
Yeniçağ: Türkiye’deki sanat ortamına ilişkin düşüncelerinizi paylaşır mısınız? Üniversitelerin güzel sanatlar fakülteleri sanatçı yetiştiriyor mu?
Ünal: İşimin kişisel doğası hakkında konuşmaktan çekinmem, bu yüzden hayatımı ana temam olarak ele alıyorum. Hayatım ve deneyimlediklerimden yola çıkarak konsantre bir öze ulaşmaya çalışıyorum. Sanat tarihi benim için çok önemli, çevremdeki dünya çok önemli ve günlük hayatım gerçekten çok önemli, tıpkı benden öncekiler, içinden geldiğim insanlar ve yakın çevrem gibi. İş, birçok farklı yerden geliyor ama açıkçası benim hikayem ve deneyimlerim bunun merkezinde. Bu merkezde izleyici ile -olabildiğince doğal- bir diyalog başlatabilmeyi temel misyon ve motivasyonum olarak açıklayabilirim.
Yeniçağ: Hangi tarzda çalışmayı yeğliyorsunuz? ‘Soyut’ ve ‘gerçekçi’ kavramının sizin açınızdan ifade ettiği içerikler?
Ünal: Üslubum duygusal ifadenin gerektirdiği şekilde değişiyor. Bazı eserlerim soyut bir ifade taşırken, diğerlerinde daha figüratif amaçlar güdebiliyorum. Geçmiş sergilerimi şiir ve öykülerle ifade etmeyi tercih ettim çünkü yazıyla olan ilişkim çok kişisel ve duygusal. Harflerle oynama, duyguları ve düşünceleri daha doğrudan ve etkili bir şekilde ifade etmemi sağlıyor. Benim için tüm üretimlerin özü şiir. Resim yaparken de üç boyutlu bir video veya bir enstalasyon gerçekleştirirken de kafamda öncelikle şiir belirir, daha sonra eserin yüzeyi oluşur ve hangi medyumda gerçekleşeceğine karar verir. Ayrıca şiir ve öykülerin anlatıcı yapısı, eserlerimi daha kişisel hâle getirir ve izleyicilerin daha iyi anlamda yaklaşmalarına olanak tanır.
Harflerle oluşan ilişki benimle birlikte eserlerimi, öncelikle duygusal yönlerden etkiliyor. Eserlerimde, duygusal düzeyde bir iletişim kurmaya ve harflerin yaratıcı potansiyelini kullanarak bunu yapmaya çalışıyorum. Ayrıca eserlerimin estetik yönleri de harflerle oluşan ilişkiden etkileniyor. Harflerin görsel olarak nasıl birleştirilebileceği dahi eserlerin formunu şekillendirmede epey etkili oluyor.
Yeniçağ: Türk resim sanatında kendinizi herhangi bir ekole ait hissediyor musunuz? Yoksa herkesten farklı bir yerde durduğunuza mı inanıyorsunuz?
Ünal: Elbette kendimi tamamen ayrıksı görmüyorum, sadece Türkiye değil tüm dünya sanat tarihi ile ilişkim olduğunu düşünüyorum zaten kendimi bu zincirden koparmak gibi bir derdim de yok.
Yeniçağ: Eserlerinizin hangi yollardan sanatseverlerle buluşmasına ağırlık veriyorsunuz: Sergiler, müzayedeler, koleksiyoncularla doğrudan ilişkiler?
Ünal: İşlerimin dijital medya üzerinden açılan kişisel ekranlar ya da fiziksel mekânlarda da aynı şekilde deneyimlenebilmesine önem veriyorum. Dijital medyum, yaşamın gerçeklik kaideleri ile oynama imkânı sunan, manipüle edebilen ve sınırlı bir alana sığdıran bir ortam. Fiziksel mekanlar ise gerçekliğin farklı türlerine nüfuz edebileceğiniz daha geniş ve hisli bir düzlem yaratıyor. İkisinin temel farkının deneyim olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar sanat fuarları, galeriler ve -maalesef ki- tüm aç sanatçılar artık markaları parlatma işlevi gören cila görevini büyük bir mutlulukla yerine getirse de -hatta bunun için çaba gösterse de- her zaman fiziksel mekânda bir sergi oluşturmayı dijital ekranlara tercih eder, arzularım.